29 Haziran 2012 Cuma

Onlara Ne oldu? Aztekler



İspanyol Komutan Hernando Cortes ve tepeden tırnağa silahlı bir avuç askeri, Tenochtitlan kentinin kapısına ulaştıklarında gözlerine inanamamışlardı. Karşılarında Venedik kentinin bile sönük kaldığı lüks ve büyük bir kent vardı. Bir gölün üzerinde kurulu olan kent sayısız yapay adanın üzerine yayılıyor ve çok sayıda köprü, kanalların üzerinden adaları birbirine bağlıyordu. Çok geniş bulvarlara, sayısız tapınaklara sahip Tenochtitlan  kentinin o tarihte nüfusunun 150.000 olduğu tahmin edilmişti. Bu rakam belki bugün için pek bir şey ifade etmiyor, ama o tarihte Tenochtitlan’ı dünyanın en kalabalık kentlerinden biri yapıyordu.

Tenochtitlan   kentini kuran Aztekler, Orta Amerika’ya kuzeyden göçen bir kavimdiler. Uzun yıllar kendi bölgelerindeki diğer halklar tarafından “barbar” olarak nitelendirilmişlerdi.13. yüzyılda kendilerinden önce kuzeyden orta Amerika’ya doğru yürüyüşe geçen Toltekler’i izleyen Aztekler, tam 2 yüzyıl boyunca bu bölgeyi ellerinde tuttular. Çok katı kurallara sahip aristokrasisi, gelişmiş kurumlarıyla tarihin en güçlü merkezi devletlerinden birini kurmuşlardı.

Bugün bütün tarihçiler, çıplak ayakla ve yırtık pırtık giysiler ile kuzeyden güneye doğru hareket eden bu kavmin, çok kısa süre içinde nasıl bu kadar güçlü bir imparatorluk kurabildiklerini araştırıyorlar. Bir grup tarihçiye göre çok mükemmel birer savaşçı olan Aztekler, aynı zamanda olağanüstü bir uyum yeteneğine sahiptiler. Örneğin uzun göç yolları boyunca önlerine çıkan her halktan kendileri için iyi olanı almayı becermişlerdi. Çok tanrılı dinlerinin de büyük ölçüde kuzeyde yaşarken temas halinde oldukları Kuzey Amerika yerlilerinin dini inançlarından kaynaklandığı belirtilmekte.


Aztekler kendilerini “Güneşin seçilmiş halkı” olarak görüyorlardı ve ona sık sık savaş esiri kurban ediyorlardı. Astronomi konusunda zamanın diğer topluluklarına oranla çok daha ileri bilgilere sahiptiler…

Bugün tarihçilerin anlamaya çalıştıkları bir başka konu da , böylesine kısa bir süre içinde 100-150 bin nüfusu bulan kentler oluşturan Aztekler’in kısa bir süre içinde bir avuç İspanyol conquistador’u tarafından kısa bir süre içinde yıkılmaları.

Aslında bu konu tarihte çok abartılıyor. Aztekler’i yok eden kesinlikle Cortes ve bir avuç maceracı değil. O dönemde bugünkü Meksika toprakları içinde Aztekler’in yanı sıra başka yerli kavimlerin de yaşadığı biliniyor. İşte bu kavimler iyice güçlenen ve tüm kaynakları kullanmaya başlayan Aztekler’den rahatsızlardı. Bunlar, düşmanlarının yenilmesini sağlamak için İspanyollarla iş birliğine girdiler ve onlara hem rehberlik hem de askeri yardım yaptılar. Böylece, Aztekler’in yaşadığı tüm Meksika toprakları 1524 tarihinde İspanyolların egemenliği altına girdi. Hıristiyan dinin kabul etmeyen binlerce yerli ve Aztek işkencelerle öldürüldü.


İspanyol baskısı bugün bile sürmekte. Ülkenin kırsal kesiminde konuşulan ve bir Aztek lehçesi olan “Nahuatl” dili resmen yasak . Bir çok tarihçi çok az sayıda kalan Aztekler’in İspanyol göçmenlerle kaynaştığını ve böylece bugünkü Meksika’nın melez halkının meydana geldiğini söylüyorlar. Gerçekten de bugün bir çok melez Meksikalının yüz hatları eski Aztek maskelerindeki görüntüleri anımsatıyor. 

˜SON

15 Haziran 2012 Cuma

Onlara Ne oldu? Hunlar



Atilla zamanında Hun İmparatorluğu

IV. Yüzyılın sonlarına doğru Avrupa korkunç bir panik içindeydi. Kır faresi derisinden yapılmış giysiler giyen bir takım atlılar, özellikle Avrupa’nın doğusunda görülmeye başlamışlardı. “Hun” adı verilen bu insanlar önlerine çıkan kentleri yağmalıyor, kabileleri soyup soğana çeviriyorlardı. Atlarının üstünde yiyip içiyor ve yine atlarının üstünde uyuyorlar, kendilerine direnmeyip teslim olanlara ağır vergiler ödetiyorlardı. 

Hun Savaşı, Johann Nepomuk Geiger(1805–1880)

Bugün bile onların kim olduklarına dair tartışmalar sürüyor. Önceleri bu insanların Xiong-nu isimli göçebe Korelilerin torunları oldukları iddia edildi. Ne var ki, Koreli göçebe kabilesi tezi bugün tamamen terkedilmiş durumda. Avrupa’yı titreten Hunlar’ın Moğollar ve Türkler gibi bir Ural-Altay halkı olduğu kabul edilmekte. Kökenleri ne olursa olsun, Asya’dan Ural dağları üzerinden Avrupa’ya giren Hunlar’ın bu eylemin arkasındaki neden açlık ve soğuktu. Tarihte, haklarında en asılsız bilgiler üretilen topluluklardan biri oldular. Bir çok Batılı kaynak onların acımazsızlığından söz etti. Hun kelimesi barbarlık ve terör ile birlikte anıldı.

Hunların çok iyi ata bindikleri, çok iyi ok attıkları ve güçlü birer savaşçı oldukları bir gerçekti. Çoğu kez esir ettikleri düşmanlarını öldürmez onları kendi orduları içinde asimile ederlerdi. Sonuçta Hunlar, içinde küçük bir azınlık durumuna düştükleri dev bir uluslar mozaiği oldular. Bu bağlamda Avrupa’da yeni kurulan Hun Birliği etnik yada ulusal bir kökene değil siyasal temellere dayanıyordu. Bugün bir çok tarihçi Hunlar’ın Avrupa’da çok geniş topraklar elde etmediklerini çok iyi diplomasi kurallarını uygulamalarına, zeka ve kurnazlıklarına bağlıyor. Bu diplomasi kurnazlığının en somut örnekleri ise Hunlar’ın efsanevi lideri Atilla’ya ait. “Tanrının sopası” lakaplı Atilla’nın Avrupa’da ki ilerleyişi, diğer güçlerin aralarındaki anlaşmazlıkları kullanarak gerçekleştirdiği biliniyor. Gerek Doğu gerekse Batı Roma İmparatorluğu ile her zaman iyi ilişkiler kurmuş ve Roma lejyonlarıyla sürekli karşı karşıya gelmekten kaçınmıştı. Nitekim, bazı Roma imparatorları, daha kuzeyden gelecek barbar kavimlerine set oluşturması için Atilla’ya Tuna boylarına yerleşme izni vermişti. Batı Avrupa Hun İmparatorluğu Atilla ile öylesine özdeşleşmiş, öylesine onun ince diplomasi oyunları üzerine kurulmuştu ki, M.S. 453 yılında Atilla’nın ölümünden sonra kısa bir süre sonra parçalanmaya başladı. Hun Birliği’ni oluşturan ulusların her biri kendi beyliklerini ve krallıklarını ilan ettiler.

Atilla

Olayların bundan sonrası daha karmaşık. Tarihçiler, bazı Hunlar’ın İtalya ve Macaristan’da kaldıkları konusunda görüş birliğine sahipler. Bazı Hunlar’ın ise tekrar geldikleri yere Volga boylarına çekildikleri tahmin ediliyor. Ama Hunlar’ın asıl büyük çoğunluğunun kendileri gibi Ural-Altay ailesinden olan Türkler ile kaynaştıkları sanılıyor. Bu birleşmeden doğan Avarların 6. yüzyılda Macaristan ovaların  istila ettikleri ve ancak 9. yüzyılda buradan çekildikleri biliniyor. 7. yüzyılda bugünkü Bulgaristan’ı kuran insanların ataları olan proto-Bulgarlar’ın da Avrupa Hunları’nın devamı olduğu tahmin ediliyor. Bazı tarihçilere göre bugünkü Kazakların ataları da Avrupa Hunları.

Atilla’nın çocukları bir yandan Avrupa’da tutunmaya çalışırken, bir bölümü yeniden Asya steplerine dönmüş ve kaderlerini Asya’ya bağlanmıştı. Nitekim, 4. ve 6. yüzyıl aralarında “Beyaz Hunlar” adı verilen bir Hun kavmi önce Sasani İran’ını istila etmiş daha sonra da kuzeye Hindistan’a doğru yönelmişti. Bu bölgelerde egemenlik süren “Gupta” devletini yıkna bu Hunlar, Hind aristokrasisiyle kaynaşmış ve onların içinde erimişti. 


- Sonraki Konu: Onlara Ne Oldu? Aztekler - 

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Onlara Ne Oldu? Keltler



Romalılar onlara "Galli" adını vermişlerdi. Yunanlılar ise "Galatlar" diye çağırıyorlardı. Ancak sıfat çeşitliliği bu kadarla sınırlı değil. Kimi zaman "Belçikalı" kimi zaman "Britanyalı" Kimi zaman da İbero-Kelt" olarak tanımlandılar. Ama bugün bu halkların ortak ismi "Kelt".

Bu kadar geniş tanımlamanın nedeni kesinlikle tarihsel... Çünkü bugün Kelt adı verilen insanlar tarih boyunca ne etnik bir birlik ne de siyasal bir birlik oluşturabildiler. Hint  - Avrupa grubundan olmalarına karşın farklı diller konuştular. Tanrıları bile farklıydı. Onların tek ortak paydası demiri işlemeleri ve tuz madenlerini çalıştırmalarıydı.   Nitekim bugün Avrupa'da Keltler'in yayıldığı alanlarda Hallstatt bölgesinde olduğu gibi sayısız yeraltı tuz madenine rastlanıyor.

İlk Keltler'in bugün İsviçre sınırları içinde kalan Neuchatel Gölü kıyılarında yaşadıkları tahmin ediliyor. Ancak zaman içinde bu dar alanla yetinmemişlerdi. İ.Ö. 6. yüzyılda özellikle Akdeniz topluluklarıyla temasa geçtikleri Yunan ve Etrüsk kolonilerine saldırdıkları görülmektedir. Ne var ki bu toplumlarla sadece savaş ilişkisine girmediler, onlardan gemi inşaatı ve para kullanımı gibi konularda da yararlandılar.


İ.Ö. 2. yüzyılda Keltler güçlerinin en üst noktasına ulaştılar ve çok geniş bir alan yayıldılar. Batı'da tüm Balkanlar'ı ve Slovakya'yı istila eden savaşçıların bir bölümü Anadolu içlerine kadar ilerlediler. Anadolu'ya geçişleri de oldukça ilgi çekicidir. Bithynia Kralı Nikomedes I, kardeşi ile taht kavgasına tutuşmuştu. Byzantion etrafını yağmalayan Kelt (Galat) kavmi ile bir anlaşma yaptı. Kendi izni olmadan bölgenin yağmalanmamsı konusunda uzlaştıktan sonra yarısı savaşçı olan 20.000 Kelt'i İ.Ö. 278'de İstanbul Boğazından Anadolu'ya geçirdi. Böylesi savaşçı bir grubun desteğini alan Nikomedes kardeşini kolayca bertaraf etti. Bithynia ve Seleukos arasında bir tampon bölge oluşturmak amacıyla o zaman boş olan Ankara ve çevresine yerleştirildiler. Bu bölge daha sonra Galatia adını aldı.  Aynı tarihlerde Keltler Batıya doğru ilerleyerek Fransa'nın önemli bir bölümüne yerleştiler. İber yarımadasına kadar ilerleyenlerine ise İbero-Kletler adı verildi.

Keltler'in bu yayılması dönemin güçlü devleti Roma'yı rahatsız etmişti. Caesar ile birlikte yayılmacı bir kimliğe bürünen Roma, Önce Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki topraklarını ele geçirdi. Aleksia Savaşı'ndan sonra Keltler'in bir kolu olan Galyalılar Roma egemenliğini tanıdılar ve onun içinde kaynayıp gittiler. İ.Ö. 52 yılında Keltler'in efsanevi kralı Vercingetoriks Caesar'ın lejyonlarına yenildi ve teslin olmak zorunda kaldı.
  
Lionel Royer -Vercingetorix Throws Down his Arms at the Feet of Julius Caesar (1899)


Daha sonra Claudius tarafından Britanya Adaları'nın fethi Keltler'in son sığınağının da düşmesine yol açtı. Öyle ki Avrupa'da Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı günlerde birkaç Kelt soylusundan başka Roma'ya direnen kalmamıştır. 


Keltler'in bugün ne olduğu konusu pek aydınlığa kavuşmuş değil. Büyük çoğunluğunun yükselen diğer uluslar içinde eriyip gittiği kesin. Latinleşen Keltler Fransa'nın güneyinde, İtalya'nın kuzeyindeki halklara karışıp gittiler. İber yarımadası'na göç edenler ise buradaki yerli halkın ve Araplar'ın arasına karıştılar. Nitekim bugün hala Kuzey Portekiz'de (Portekiz= Portugal Latince Portus = liman kelimesinden gelir ve "Gal limanı" anlamındadır) ve İspanya'nın Galiçya bölgesinde sarı saçlı Kelt torunlarına rastlanıyor. Gal Keltleri ise 12. yüzyıla kadar küçük krallıklar halinde bağımsızlıklarını korudular ama bu tarihten sonra İngiliz tahtının gücüne boyun eğmek zorunda kaldılar. Bugün Avrupa'da özgün Kelt nüfusunun en yoğun olduğu ülkeler İskoçya, İrlanda, Galler'in bir bölümü ve Fransa'nın Brötanya bölgesi. Keltler belki yeni yükselen ulusların içinde kaynayıp gittiler ama özellikle Ortaçağ'da gelenekleri ve bilgileri sayesinde tüm Avrupa'nın sanat ve tarım tekniklerine öncülük ettiler.


- Sonraki Konu: Onlara Ne Oldu? Hunlar -  

4 Mayıs 2012 Cuma

Onlara Ne Oldu? Fenikeliler



Fenikelilerin yaşadığı Batı Akdeniz sahil şeridi bugün olduğu gibi ilk çağlarda da çok önemli bir stratejik öneme sahipti. Bölgenin tam doğusunda bulunan yüksek dağlar bölgeyi düşman saldırılarından koruyordu. Toprakları geniş sedir ağacı ormanlarıyla kaplıydı. Fenikeliler bu ağacın tahtasından çok sağlam gemiler inşa ederek Akdeniz'e hatta Cebelitarık'ı geçip Atlas Okyanusu'na açılmışlardı. Tüm bu özellikleri nedeniyle bugün bir bölümü Lübnan, bir bölümü Suriye sınırları içinde kalan bu sahil şeridinde daha bronz çağında bile Fenikeliler'in yaşadığı köyler olduğu tahmin ediliyor. 

İ.Ö. 14. yüzyılda burada Ugarit isimli bir kentin varlığından söz ediliyor. Bu kentin nüfusunun büyük bir bölümü Arabistan'dan gelen Samiler'den oluşuyordu. Ancak o tarihten günümüze ulaşan belgeler kentin çok kozmopolit bir kimliğe sahip olduğunu gösteriyor. Nitekim Sümerce, Hititçe, Mısır dili gibi tam 8 farklı dilin konuşulmuş olması bunun en somut kanıtı.

Bir daha asla yeniden inşa edilmeyen Ugarit'in Karadeniz kıyılarından gelen barbarlar tarafından yakılıp yıkılmasından sonra Fenike tarihi Sur, Sayda ve Byblos gibi kentlerin çevresinde şekillenmeye başladı. Her biri kendi başına birer güç olan bu kent-siteler her ne kadar aralarındaki düşmanlığa sona erdirmediyseler de ortak bir medeniyetin çocuklarıydı. Onlara genel olarak Fenikeliler adı veriliyordu. Çok yetenekli denizciler olan Fenikeliler, Cebelitarık Boğazı'nı aşmış ve kuzeyde Hollanda kıyılarına, güneyde ise Gine sahillerine kadar ulaşmışlardı. Fenikeliler bu toprakları bir bütün yerine sömürgeleştirmek yerine buralarda güçlü koloniler kurmayı tercih etmişlerdi.  Akdeniz'in hemen hemen tüm sahillerinde kurdukları bu koloniler sayesinde büyük hareketlilik kazanmış ve tüm Akdeniz ticaretinin ele geçirmişlerdi. Gemicilik, ticaret ve el sanatlarında bu denli gelişmelerinin sebebi yaşadıkları yerde az  sayıda tarım alanının olması, bu bölgenin ormanlarla kaplı olmasıydı. Bakırı Kıbrıs'taki, gümüşü ise İspanya'daki madenlerden çıkarıyorlardı. 

Fenikeliler tarihe aynı zamanda ünlü lal rengi kumaş boyasını mucitleri olarak da geçmişlerdi. Bu kumaş boyasının kökeni eski Yunanca "phoin" (kırmızı) kelimesinden geliyordu. Bu kumaşa verdikleri özel kırmızı rengi, Lübnan sahillerinde çok yaygın olan bir deniz kabuklusundan elde ediyorlardı. Fenikeliler uzmanlar tarafından tam olarak kanıtlanmamasına karşın camı ilk keşfeden kavim olarak da tanınıyor. İnsanlığa armağan ettikleri bir diğer hediye ise "alfabe"...


Fenikeliler zaman içinde Akdeniz ticareti sayesinde ulaştıkları refah düzeyi, bir süre sonra onların alehinde çalışmaya başladı. Giderek, komşuları olan ve daha çok askeri alanda gelişen Babilliler'in, Asurlular'ın, Persler'in ve Mısırlılar'ın iştahını kabartıyorlardı. Ancak bu krallıklar aynı zamanda kendi içlerinde savaştıkları için Fenikeliler bir süre daha onlar arasındaki iç dengeyi kullanarak ayakta kalmayı başardılar. Ancak Sur kentinin tam 7 ay süren bir kuşatma sonucu Büyük İskender tarafından alınması Akdeniz'deki Fenike egemenliğine son verdi. Parçalanan birliğin son kalıntıları olan yerel beyler kısa süre içinde İskender'in ordusuna teslim oldu. Batı Akdeniz'deki Fenike uygarlığı son bulsa da meşaleyi onların kurduğu Kartaca devraldı. Ne var ki, tarihin yetiştirdiği en büyük kumandanlardan biri olan Hannibal'ı yetiştiren Kartaca'nın sonu acı oldu. Phön savaşlarının ardından Kartaca'yı ele geçiren Romalılar, kentte taş taş üstünde bırakmadılar. 

Fenikeliler'in tarihe mal olmasından sonra bu bölge sayısız ulusun etkiliği altında kaldı. Samileri Giritliler, Latinler, Yunanlılar, Haçlı Seferleri sırasında Normanlar ve İ.S. 636 tarihinden sonra Araplar, Osmanlılar ve sonraki dönemde Fransızlar bu topraklara damgalarını vurdular. Bütün bu halkların karışımı olan Lübnanlılar bugün kendilerini Fenikelilerin torunları olarak görüyorlar. Aslında bugün Lübnan'ın tüm Ortadoğu'daki konumuna bakınca haksız olduklarını söylemek çok güç. Tarihte Fenikeliler bu bölgedeki yerel krallıklarla Yunan-Latin medeniyetleri arasında bir bağlantı unsuru olmuşlardı. Aynı şekilde bugün Lübnan İslam dünyası ile Hıristiyan dünya arasında bir köprü görevi görmeye çalışıyor. Her ne kadar kendisini yutmak için bekleyen düşman güçlerin tam ortasında kaldıysa da...


Fenikelilerin İnsalığa Hediyesi ; Alfabe...
Denizci ve tüccar bir toplum olduğu için Fenikeliler bir süre sonra bir yazım sisteminin gerekliliğini hissetmişlerdi. Çünkü yapılan hesapların kütüklere geçirilmesi ve kayıt altına alınması zorunluluğu çıkmıştı. Bu nedenle önce Mısır hiyerogliflerinden hareket ederek bir alfabe sistemi geliştirdiler. Alfabe 22 harften oluşuyordu ve tümü sessiz harfti. Alfabe sağdan sola doğru okunuyordu. İ.Ö. 8. yüzyıldan itibaren Fenike alfabesi tüm Akdeniz bölgesine yayıldı. Bugün kullanılan tüm Avrupa alfabeleri Yunan alfabesi aracılığı ile alınan Fenike alfabesinden gelmektedir. 

-Sonraki Konu: Onlara Ne Oldu? Keltler-

18 Nisan 2012 Çarşamba

Çarmıha Germe II



Latince’de haç için kullanılan daha eski bir isim pek çok Romalı yazarın yazılarında ortaya çıkıyor. “Arbor infelix” yani şansızlık ağacı. Günümüzde bir çok araştırmacı çarmıha germe olaylarının canlı ağaçlarda gerçekleştiğine inanıyor. Suçlular basit bir biçimde ağaca bağlanıyorlar ve kaderlerine terk ediliyorlardı. Böylece ya susuzluktan yada aç bir vahşi hayvanın kurbanı oluyorlardı.

Bu ölüm cezası kansız olarak değerlendirildiği için Latin halkı tarafından tercih edilmiş olmalıydı. Çünkü eski kültürlerin çoğunda katliam bir tabu olarak değerlendiriliyordu.

Çarmıha germe olayı her ne kadar Romalılar ile özdeşleşmişse de tarihçiler Romalıların bu dehşetengiz cezayı Phön savaşları sırasında Kartacalılar’dan öğrendiklerini ileri sürüyorlar. Ama aslı uygulayıcının Persler olduğu bilinmekte. Öte yandan Makedonların da çarmıha germeyi kullandıkları bir başka gerçek. İ.Ö: 4. yüzyılda Büyük İskender binlerce savaş esirini çarmıha gerdirmişti.

Çarmıh eski Mısır’da da biliniyordu. Yunan Mitolojisinde ise sembolik biçimde yer almıştı. Prometheus büyük bir cesaretle ateşi insanlara getirmeye cüret ettiği ve tanrıların işine burnunu soktuğu için kayaya çivilenmişti. Tantalos, ölüler diyarında tutukluyken dünyanın nimetlerinde uzak kalmış ve özlü sözlere konu olan acılar çekmiştir. Buradan yola çıkarak ilk olarak dini bir cezalandırma yöntemi olduğu doğrulanıyor.

Yeniden Roma İmparatorluğuna döndüğümüzde klasik çarmıha germe olayının gerçekleştirildiği yerde, tarihçilerin ve arkeologların pek çok yeni şey bulduklarını görüyoruz. Hıristiyanlık çarmıhtaki bu yavaş ölümü her zaman Roma ile özdeşleştiriyordu. Elbette Hz. İsa’dan başka tanınmış kurbanlar da vardı: Spartacus, köle ayaklanmasının bedelini  binlerce taraftarı ile birlikte canını vererek ödemişti. Havari Pierre çok acı bir biçimde çarmıha gerilmişti.

Peki çarmıha gerilenin ölüm nedeni neydi? İşte bu noktada çarmıh cezasının iğrenç etkisi açıklık kazanıyor. Önce vücudu vuran ağrı dalgaları aralıksız beliriyordu. Kurbanın sımsıkı bağlanmış olması yada çivilenmiş olması fark etmiyordu. Suçlu kaderine terk edilmiş bir halde çarmıhta sallanmaya bırakılmışsa çok geçmeden kol kaslarına kramp girmeye başlıyordu. Çarmıha çivilenmişse vücut ağırlığının sürekli aşağıya çekmesi yüzünden yaraların sancısı berbatlaşıyordu. Suçlu bacaklarını doğrultarak ve oturaktan yararlanarak ağrılarını azaltmaya çalıştığı an kasları geren başka bir pozisyonla yeni bir işkenceye maruz kalıyordu.


Bütün bu belirtiler, doğrudan ölüme yol açmıyordu. Yalnızca akıl almaz acılar veriyordu. Ölümün kendisi yavaş yavaş geliyor, öteki etkenler de merhamet gösteriyordu. Kan dolaşımını sinsice ve yavaşça kesilmesi sonucunda her şey bitiyordu. Bacakların hareket yeteneğini yitirmesi tansiyonu da düşüyordu. Gönüllü tıp öğrencileriyle yapılan deneyler, yalnızca kollarından asılmış bir insanın tansiyonun 120 olan normal değerin 6 dakika 70’düştüğünü göstermiştir. 12. dakikasından  sonra kan dolaşımının tamamen çökmesi tehlikesi oluşuyordu.

Tıp adamlarının belirttiğine göre ölü adayı uzun bir süre daha acı çekiyordu. Çünkü organizma yeni duruma alışmaya ve kendince çözüm bulmaya çalışıyordu. Ne var ki bu arada başka bir tehlike pusuda bekliyor; önce kan pıhtısı oluşuyor, kan damarlardan sızıyordu. Bir tıkaç kan damarını tıkıyor böylece akciğerlere giden kanın kesilmesi tehlikesi doğuyordu. Böylece durumun daha da kötüleşmesi kaçınılmaz oluyordu. Bütün vücut işlevlerinde görülen yavaşlama kandaki oksijenin taşınmasını olumsuz etkiliyordu. Sonuç olarak nefes darlıkları kurbanı paniğe sokuyordu.

Pek çok durumda ölen kurbanın cesedi vahşi hayvanlar tarafından yenilinceye kadar bekletiliyordu. İnanç olarak parçalanmış vücut ölümden sonra bir başka dünyada yaşamayı engelliyordu. Romalılara göre yalnızca düzgün bir biçimde gömülenler ölümden sonra dirilmeyi hak ediyordu.

Hz. İsa Protestan kitaplarına göre 6 saat kadar çarmıhta kalmıştı. Bu aynı zamanda celladın neden bacağını kırdığını açıklıyor ölümü hızlandırmak için.

Bu tüyler ürpertici konu hakkında gerçekten olumlu bir şey söylemek mümkün mü? Galiba bir nokta var…İlk hahamların yaşanmış olaylardan oluşturdukları bir derleme olan Talmut’ta çarmıhtaki ölü adaylarının bazen hayatta kalma şansına sahip oldukları belirtiliyor. İşkencecilere rüşvet veriliyor ve böylece akrabalar bekçinin zamanından önce alanı terk etmesini sağlıyor. Böylece kişi ölmeden kurtarılabiliniyor.

Ne olursa olsun böyle bir işkence ile ölmek korkunç bir şey olmalı.


˜SON

16 Ocak 2012 Pazartesi

Çarmıha Germe I



Yaklaşık 40 yıl önce Kuzey Kudüs'te bir dozer sürücüsü bir kazı esnasında bir kaç taş lahide rastladı. Bu kalıntılar yaklaşık 2000 yıl önce o bölgede yaşamış insanlara aitti. Böyle buluntuların ortaya çıkması arkeolojik bakımdan zengin Kudüs için çok da önemli sayılmazdı. Ancak buluntular incelendiğinde durum farklılaştı. İbrani Üniversitesi'nden bilim adamları araştırmalarında iskeletlerden birinin gaddar bir biçimde öldürüldüğünün açık kanıtları vardı; adam çarmıha gerilmişti.

O güne kadar bu ölüm biçimi hakkında somut kanıtlar elde edilememiştir. Ama bu durumda hiç bir şüphe yoktu. Bulunan cesetin sağ ökçe kemiğine 11.5 cm. uzunluğunda demir bir çivi takılmıştı. Çivinin başı çok acı veren çakma darbelerinin izlerini taşıyordu. Arkeologlar çiviyle kemik arasında 2 cm. kalınlığında ilkel bir tahta levhaya ait kıymık buldular. Bu tahta parçası büyük ihtimal ile delinen ayakları dik duran çarmıha bağlama işlevi görüyordu. Sağ önkol kemiği de aynı ölüm biçimiyle ilgili ipuçları veren bir biçimde zarar görmüştü. Buraya da bir çivi çakılmış olması ihtimali yüksekti.
Bu buluşa kadar çarmıha gerilmenin tüm ayrıntılarıyla nasıl gerçekleştiğine ilişkin pek bilgi yoktu. Söz konusu olay her hıristıyanın temel bilgisi içinde yer alıyordu ama kültür tarihçileri bu idam biçimi hakkında çok az şey söylüyebiliyordu. Üstelik Yunan ve Roma edebiyatında bile bu konuda tam bir açıklama mevcut değildi yalnızca zayıf bir delil vardı. "... ve onu çarmıha gerdiler" sözü dışında hiç bir detay hakkında bilgi sahibi olamıyordu.

Hiç şüphe yok ki tarihçiler tarih boyunca yüzbinlerce hatta milyonlarca insanın başına gelen bu garip idam yolunun arka planını açıklayabilmek için yararlanabilecekleri bütün gerçeklerle yakından ilgileniyorlardı. Dozer sürücüsü tarafından ortaya çıkarılan kalıntılar 200 yıl önce insanların gerçekten çarmıha gerildiklerine ilişkin tek fiziksel kanıttan öte çarmıha germe işleminin gerçekleşmesi konusunda güvenilir açıklamalar getirmenin ne kadar zor olduğunu da ispatlayan bir kanıttı...

Bulunan cesedi inceleyen araştırmacılar bir noktada birleştiler bu adam genelde herkesin inandığı gibi bacakları gerilmiş bir biçimde dikey konumda çarmıha asılmamıştı. Belki de bacakları iyice kıvrılarak bir yöne döndürülmüştü. Bu durumda çivinin neden topuklara dıştan çakıldığı sorusu da açıklık kazanıyordu.

Araştırmacıların anlaşamadıkları nokta şuydu; 11.5 cm uzunluğundaki çivi yalnızca bir ayağa mı yoksa ikisine birden mi çakılmıştı? Ayrıca kollar çarmıhın yatay kalasına - Romalılar buna "patibulum" diyorlardı - nasıl sabitlenmişti? Ayrıca bulunan ceset'in ellerinden mi çivilendiği yoksa yalnızca kollarından mı bağladığı da bir başka soru olarak beliriyordu.

Çarmıh konusunda uzman olan Alman bilim adamı Karl Bruno Leder'e göre Romalılar bu ölüm cezası biçimi için kesin emirler ve yönetmelikler ilan etmemişti. Çarmıha germe kölleler, gladyatörler ve asillere yönelik bir ceza idi. Romalı vatandaşlar genelde affediliyordu. Bu durum cellatlara idam sırasında bir ölçüde yaratıcı özgürlük sağlıyordu.

70 yılında Kudüs'ün Romalılar tarafından yıkılmasına şahit olan Yahudi tarihçisi Josephus bu yaratıcılığa şahit olmuş ve bunu raporlarında belitmiş. Tarihçinin yazdığına göre "kutsal kentin kuşatılması esnasında Romalı kumandan Titus şehirden kaçmaya çalışan her yahudinin derhal çarmıha gerilmesi konusunda kesin emirler vermişti. Titus ulu orta çarmıha gerilenlerin yaratığı korkuyla savunmayı kırmayı denemiştir. Josephus'a göre her gün 500 esir farklı konumlarda çarmıha geriliyordu. Her birinin  arkasında cezanın infazını yöneten bir asker bulunuyordu.

Araştırmacılar bu zalim ölüm cezasının tarihini daha yakından incelemeye başladıklarında yeni bir bulmaca ile karşılaştılar. Romalılara ait hiç bir yasa metninde çarmıha gerilerek idam edilme konusundan bahsedilmiyordu. Bu yüzyılın başında bir İtalyan Klasik Filolog bu gerçeğe bir açıklama getirdi. Roma'nın bir Hıristiyan krallığına dönüştüğü Geç Antik Çağda "crux" (haç) sözcüğü dinsel nedenlerle yasa metinlerinde artık kullanılmaz olmuştu. Onun yerine yine haça benzeyen "furca" sözcüğü kullanılmaya başlanılmıştı.

Devam edecek...

14 Aralık 2011 Çarşamba

Apollon Bilicilik Merkezleri


Apollon'un esinlediği ön görme yetisiyle insanlar kadın yada erkek "mantis" yani bilici, kahin olur. Bu yeti bilicilik merkezlerinin doğmasına ve bu merkezlerin zenginleşmesine neden olmuştur. Delos övgüsünde Leto bu kurak ve kayalık adacığa parlak bir gelecek müjdeler:

Senin olursa okçu tanrı Apollon'un tapınağı
Görürsün insanlar yüzlük kurbanlarla nasıl buraya gelir
Nasıl toplanır insanlar burada ve dumanlar tüter
Yanan yağlı etlerden hiç durmadan
Madem senin bu toprağında hiç bereket yok
Sen de beslenir semirirsin başka elden

Bir tanrıçanın ağzından dile gelen bu modern turizm anlayışı Yunanistan'da çok tutulmuş olup Delphoi bu politikayı benimsemiştir. Böylece bilicilik merkezleri göz kamaştırıcı bir zenginlik toplamışlardır. Ancak en eski bilicilik merkezileri Anadolu'da görülür. Boğazlardan başlayarak tüm Ege ve Akdeniz kıyılarında pek çok bilicilik merkezleri vardı. Bunların çoğunun izi silinmiştir. Bunların içinde izleri hala ayakta kalan ve hayranlık uyandıran Didyma vardır.


Troya'nın yanıbaşında Thymbra'lı Apollon tapınağı vardır ki orada tanrı Kassandra ile Helenos'a esinlemiştir biliciliği. Daha sonra Khrysei, Killa, Zeleia vardır yerleri tam olarak bilinmeyen bu yerleri Gryneion, Erythrai, Klaros ve Didyma izler. Tanrının doğum yeri olan Patara ve tüm Ksanthos vadisine yayılmış bazı merkezler ile pek çok Lykia kenti bilicilik merkezi olarak anılır.

Erythrai bilicisi Sibylla adıyla tüm dünyaya ün salmıştır. Bu kentten yola çıkan kolonciler Roma'ya kadar taşımışlardır Sibylla'yı. 


Pythia rahibesi

Yunanistan'da Delphoi merkezinin kuruluş efsanesi şöyledir: Apollon doğar doğmaz başının üstünden kuğu kuşları uçmaya başlamış tanrı Zeus da oğluna kuğuların çektiği bir araba, başına bir altın külah ve eline de bir rebap vermiş gidip Yunanistan'da bir tapınak kurmasını buyurmuştur. Ama kuğular onu Hyperbore'liler ülkesine uçurmuşlar orada bayram, şenlik içinde yaşamış ve sonra Yunanistan'a gelmiş. Önce Boiotio'da Telphusa pınarının yanıbaşına kurmak istemiş tapınağını periden izin almayınca Korinthos körfezinin kuzeyinde Parnassos dağının eteğinde yer yer ormanlarla örtülü yemyeşil bir ovaya inmiş. Burada tanrıça Themis'e adanmış bir sunak varmış. Tanrıça o sunakta kehanetini verirmiş. Ne varki o bölgeyi bir ejdarha kasıp kavurmaktaymış Python denilen bu canavar tüm ekinleri yok etmekteymiş. Efsaneye bu canavarı Hera musallat etmiş o bölgeye. Apollon Python'u öldürmüş ve öldürdüğü yere bilicilik merkezini kurmuş. Delphoi tapınağında dünyanın göbeğin (omphalos) sayılan bir çukurun üstüne bir üç ayak üstüne oturan bilici kadın Pythia oradan soluduğu gazların tesrinde kalarak fal vermeye başlar ve böylece en ünlü bilicilik merkezi olur.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails